KALEMDAR 5.SAYI

 


GENEL YAYIN YÖNETMENİ 
Mirac Ali TAŞ
Zehra ULUBABA

EDİTÖR 
Mirac ALİ TAŞ 
Zehra TURKAY 
Zehra ULUBABA

EDİTÖR YARDIMCISI 
Ebubekir Sıddık TAŞ

FOTOĞRAFLAR 
Ebubekir Sıddık TOSUN
Hatice Kübra KESKİN
İkbal Rana BOZKURT
Melike Gökduman
Mirac Ali TAŞ
Mehmet Ali YILMAZ
Zehra ULUBABA 

YAZARLAR
Ahmet Furkan KÜÇÜK
Ebubekir MARABOĞLU
Emine Zeynep TUNCEL
Enes KILIÇ
Ergül ERDEM
Fadime KİREMİT
Fatma ŞİMŞEK
Mehmet Ali YILMAZ
Mihriban CESUR 
Mirac Ali TAŞ
Muhammed Baran Aslan(Barani)
Oğuzhan GÜNEŞ 
Özgür Deniz SARI
Sultan GÖLCÜK
Zehragül GÖLCÜK 
Zehra TURKAY
Zehra ULUBABA 

KAPAK TASARIM
Zehra ULUBABA
Mirac Ali TAŞ


ŞEHİTLİK: HAYATI DEĞERE ŞAHİT KILMAK

Şehit kavramı; insanın aklında soru işareti barındıran, anlamının ne olduğu üzerine sürekli düşündüren ve cevabı ile kalplere rahmet sağlayan bir anlam barındırır. Şehit kavramı hem ölmeyi hem yaşamayı hem de kalpte yer alan dirilişi anlatır bizlere derinlerine indikçe.

İnsanoğlu şehit olmak veya şehitlik diye adlandırdığımız kavramı sadece ölüm ile anarak aslında bu kavramın içeriğini çok daraltmıştır. Şehitlik kavramı sadece ölümü barındıyor olsaydı içinde o zaman bizim için vefat etmek, hayatı son bulmak, dünya ile bağlantısı kesilmek kelimelerinden veya anlamlarından öteye gitmezdi. Biz de buna binaen şehit olmak ifadesini kullanmaz hâlihazırda yer alan diğer kavramlarla yetinirdik.
Peki bu kadar basite indirgeyemeyeceğimiz bir kavram ise nedir bu şehitlik?

Şehitlik, şahit olmaktır. Şehadet ile kalbi buluşturmaktır. Şehitlik, insani ilkelere şahit olmaktır. İnsani ilkelere şahit olan insanın o ilkelerin gerekelerini yerine getirmesidir. Yalan söylememek, insan aldatmamak, toplumsal bütün kurallara uymak; hayatın her alanın da insani haklara saygı duymaktır. Bunu başaran insan, şehit olma yolunda ilk adımı atabilmiştir.
Şehitlik, şahit kılmaktır. Şehadeti eylem ile buluşturmaktır. Şehitlik; Allah’ın emrettiği kurallara uymak ve uygulamak, yasakladığı her türlü kötü işten de uzaklaşmaktır. Bunu hayat felsefesi olarak uygulayan insan önce Rabbini sonra da etrafındaki canlı ve cansız bütün varlıkları eserine şahit kılmıştır. Eser ancak çok güzel ve özel olursa insan buna şehitler olsun ister. Çünkü bu, onun en büyük kanıtıdır. Eseri kötü olan veya hiç eser üretmeyen insan ise bırakın şahit kılmayı, kendini bile saklar bütün zihinlerden ve gözlerden…

Şehitlik diri kalmak ve diri tutmak. Şehadeti sözleri ve yaşamı ile buluşturmaktır. İnsan ölür ama eseri sağlam olursa her zaman diridir. İnsan yaşlanır ama yetiştirdiği genç yürekler varsa her zaman diridir. İnsan unutur ama şahit olmuş ve şahit kılmışsa yaptıkları her zaman diridir. Hayatını şahit olmaya ve şahit kılmaya adayan insana âlemlerin Rabbi olan Allah; ölü demez, diri der. Çünkü bu insan, eser bırakmıştır ardında…

Hayatı değerli yaşamak, şehit olmaktır.
Kalpte iyilik barındırmak, şehit olmaktır.
Sözlerde ve eylemlerde iyiden taraf olup kötüye cephe olmak, şehit olmaktır.
Şehit olmak ölmek değil; nefesin tükendiği, kalbin atmayı bıraktığı ve bedenin toprak ile buluştuğu anda diri olduğunun farkına varmaktır…
                                                                                                             
                                                                                                                            
Ahmet Furkan KÜÇÜK
Fotoğraf:Hatice Kübra KESKİN


DOĞU TÜRKİSTAN

On dokuz kırk dokuzda işgal edildi ülkem
Ümmet durmuş izliyor müslümanım diyorken
Demir parmak ardında işkenceler görürken
Dua dahi etmezsin mü’min, mü’mine kardeşken

Ey alemlerin Rabbi yine yakarışımız sana
Kardeş, kardeşi tanımaz düştü ahir zamana
Kulakları çınlatan feryadı kopardı ana
Uyandır şu ümmeti sahip çıkartır Türkistan'a

Heyhat, senin ecdadın kıtalara hükmedendir!
Zalime diz çöktürüp boyun büktürendir
Denizleri göl haline getirip de yüzendir
Çin'e korkusundan korku seddini çektirendir

Bugün Çin aynı Çin; korkak ve zâlim
Sana bakıyorum da yürümeye yok mecalin!
Ecdat görse utanır der ki; ne bu halin?
O gün öyleydi ki ceddin; yürekli ve âlim

Enes KILIÇ


SON DEFA

Kelimelere, kafiyelere tiryakiyim ben 
Uyuyamam kitap kokusu çekmeden
Kağıdım alev almadıkça kalemimden
Durduramam içimdeki kelime selini

Kalemim benim silahım
Kelimeler mühimmatım
Cephem buruşmuş kağıtlarım
Şiirlerimle fethetmek istiyorum dünyayı

Ama şimdi istila edilmiş gibi yüreğim 
İnfilak etmek üzere olan bir patlayıcı gibiyim
İmha olmadan inşa olamaz gibiyim
Kül olup küllerden doğmanın vakti geldi

Mağlubiyet değil bu, bir inziva
Her kalemin ihtiyacı var biraz huzura
Namutenahi kelime denizinde bu kula
Vardır elbet bir çıkar yol

Şimdi buna son verme zamanı
Damarlarımda dolaşan şiirlere 
Geceleri gelen ilham perilerine
Son defa kulak veriyorum hepsine

Mirac Ali TAŞ
Fotoğraf:İkbal Rana BOZKURT


EMPATİ 

Depremi yaşadınız mı bilmiyorum. 
Sıcak bir arabada yemeğimiz ve imkanlarımız varken ve sevdiğim hiçbir insan zarar görmemiş bir halde beklerken bile saatler, dakikalar ve saniyeler çok zor geçmişti o gün benim için.

Ölümle burun buruna gelmenin verdiği şok, benden daha kötü durumda olan binlerce insanla paylaştığımız acı. Betimlemeye çalışıyorum ama ne kadar uğraşsam da kendi kalbimin, Türkiye'deki depremzedelerin o günkü yarasını tarif edemez size. Hatta bir kısmını ben bile anlayamam. Öyle büyük, öyle derin...

Ve buradan çok uzakta bir yerlerde, çadırlarda, sokakta, hastane köşelerinde. Namusuna, vatanına göz dikilmiş çaresiz bir yığın insan var.
Masum gözleri ile en derine baksa bile kalbinin taşlığı yumuşamayacak ellerden gelen kurşun ile canını, cananını kaybetme korkusuyla...

Kimisi küçücük yaşta annesiz babasız. Ama kimse yaralarını sarmak için seferber olamıyor onların. Çünkü onu düşünen eller ya uzanamayacağı kadar uzakta ya da yakınındaki herkes kendi kayıp ve korkusu ile meşgul.

Refah seviyesi gün geçtikçe artan dünyadan hesabına düşen bir çare payı yok. 7'sinden 70'ine elini açıp Allah'a dua etmekten başka bir şey yapamıyorlar.

Tüm dünya başlarına gelenle çalkalanıyor olsa bile yaşadıkları acıların çığlığı inatla kulağını tıkayanların kalbine ulaşmaya yetmiyor.

Yetmiyor demek ki çünkü dünyanın bir yerinde rahat koltuğuna kurulmuş telefonunda internette gezinen parmaklar, dünya devlerinin susturmaya çalışmasına rağmen onun özgürlüğü için yükselecek bir sese karşı çıkmak için hazırlanıyor.

İnsanlık, empati, yardım, duyarlılık ve tüm insani değerler. Kimi zaman o ekran ile parmak arasında kimi zaman kahkahayla dolu bir kahve buluşmasında kimi zaman ise bir post cihazında ezilip yok oluyor.

Evet. O acıyı anlamayabilirsiniz. Hangimiz o acının yarısıyla dahi empati yapabiliriz ki? En sevdiğiniz insanı mı kaybettiniz? Eviniz gözlerinizin önünde yerle bir mi oldu? Kendinizi güvende hissettiğiniz tüm mekanlar birden sizin için cehenneme mi döndü?

Bunlar başınıza geldiyse şayet, belki onların çektiği acıyı anlamaya biraz olsun yaklaşabilirsiniz. Ama hiçbir zaman onların gerçekliğini asla tam olarak anlayamayız.

Rabbim yaşatmasın.

Fiyatlar arttı diye dünyası kararan, herhangi bir fikrine karşı çıkıldı diye gündemlere taşan insanlarız.

Onların yaşadığı acının değil yarısını, bir parçasını bile kaldıramayız. Ama merak ediyorum. Gördüğümüz bir olaya; elimiz varsa durdurarak, ağzımız varsa konuşarak, kalbimiz varsa buğz ederek tepki vermemiz gerektiği bilincine ulaşmak için illa başımıza mı gelmesi lazım?

Adamlar her şeyi yaptı. İnsan olanın içinde bir öfke kıvılcımı oluşması için elinden gelen her şeyi yaptı.
 Hastane mi dediniz?
 İçindeki bebeklerle yerle bir etti.
 Çadır ve kamplar mı?
 Yastığa başını koyduğunda, yarın arkadaşlarıyla yıkıntılar arasında saklambaç oynamayı hayal eden o çocukla beraber yaktı.

Ama sizin kalbinizde değil kıvılcım yaprak bile oynamadı.

Biliyor musunuz bu ne gayrimüslimlik, ne islamofobi, ne ırkçılık, ne Yahudilik ne de Arap düşmanlığı! Çünkü siz ağzınızdan çıkmayan her sözle ya da daha kötüsü ağzınızdan çıkan ve bu zulmü meşru göstermeye çalışan her sözle bu zulme dur demeye çalışan bir Yahudinin, gayrimüslimin, "ecnebinin" tırnağı dahi etmezsiniz.

Ve üstüne duyarsızlığınızın üstünü örtmek için başka insanların acısını kullanacak kadar adisiniz.

Her yazımı umut ve öğüt ile bitirmeye çalışan ben bu yazıyı bitirirken diyecek hiçbir söz bulamıyorum. 

Çünkü sizler; o taştan kalplerinizi yumuşatmak için ne ses, ne söz, ne de bir insanlık bıraktınız.

Zehra Ulubaba
Görsel:Yapay Zeka ile Tasarlandı



HÜZÜN Kİ KAÇINCI ŞAHSIN EKİDİR BİLİNMEZ

Yeryüzüne yabancı olmanın verdiği rahatlıkla dolaşıyoruz 

esnemelerimiz söğüt gölgesinde bir yusufçuk 

aldırmıyoruz “geviş getirenlere”

gökyüzüne saydırıyoruz 

biletlerimiz tükenecek diye

baştanbaşa kurmacalar 

bulandırmıyor artık zihinleri

oysalar keşkelerden düşen harfleri topluyor bohçasına 

benden başkasıyla alıp veremediğim çoğu şeyi 

miras bırakıyorum 

şuracıkta bekleyen dünyaya

ne bir elveda cümlesi 

ne de gözyaşını işitiyorum ardımda

sen beni böyle hatırla 


Mehmet Ali YILMAZ
Fotoğraf:Mirac Ali TAŞ



YAĞMUR OLSAM KİME NE?

Kırmışlar kemiğimi usulca, birer birer...
Onları diken gibi cesedime koymuşlar.
Çığlıklaşır nabzımda kimim varsa; kadın, er...
Önümsıra hainler, ardımda eşkıyalar...

Bilmem ki geçip giden şu duraksız günleri
Bileğimden zincirli, kör, topal mı yaşadım?
Milletimin kanından su verilmiş hançeri
Kabuk tutmuş bağrımdan nasıl söküp atarım?

Düşman mı gerek bize böyle kirli meydanda?
Kazısa ya bir bela şu hırsını halkımın!
Hani ateş değildi maya ve öz insanda!
Nedir ya bu ahvâli tanıdık, yabancının?

Sen nesin insanoğlu; cin mi, kan mı, irin mi?
Bükse ya bileğini artık bir Şîr-i Yezdân.
Bu nasıl zaman, mekân; arâf yahut kabir mi?
Bitmeyecek gibi ye, ölüm yok gibi kazan!

Sihr-i şiir kaybolmuş altının şulesinde.
Gayrı aşkı ne için, hakkı nasıl yazayım?
Dehşetengîz fikirler yatarken gövdemizde
Yağmur olsam kime ne; neden, ne dem yağayım?

Muhammet Baran ASLAN (Baranî)
Fotoğraf:İkbal Rana BOZKURT


DÖRTLER MAKAMI*

Bu yer, 
Ümmetin derdiyle dertlenenlerindi,
Başı dik duranlarındı,
Gönlü tertemiz olanlarındı. 
Selam olsun.

Bu yol,
Rabb'e doğru gidendi,
Rahatlıktan daima uzaktı,
Rehavetten münezzehti.
Açık olsun.

Bu niyet,
Milleti âbâd edendi,
Yetimlerin yüzünü güldürendi,
Nesilleri kıyam ettirendi.
Hayırlı olsun.

Bu amel,
Huzurun ta kendisiydi,
Dostluğun aslî kıymetiydi.
Cihâdın hakiki misaliydi. 
İbret olsun.

Ölümü öldürenler, 
Kevser'de bekleyenler,
Kollarını açmış,
Yolunuzu gözlemekteler 
Uğurlar olsun.

*Bursa yolunda, Allah rızası için gençleri irşad gayesiyle çıktıkları yolda ebedî vuslata kavuşan dört abimize ithaftır. Rahmetle…

Ebubekir Maraboğlu
Görsel:Yapay Zeka ile Tasarlandı

SÜKÛT MEVSİMİ

Günler peş peşe sıralanırken bazen insan sadece ardından bakakalır. "Koşmam, varmam lazım yazgıma" dese de her gün, uzaklara dalmaktan uzaklara gitmeye fırsat bulamaz çoğu kez. Hoş aranan uzakta mı o da kesin değildir...

 Düşüncelerle savaşır, şu koltuk hiç olmuş mu oraya der sonra da kalkar bir kahve yapar kendine. Uykusu açılsın falan diye de değil, yalnızlığının kırk yıllık hatrı vardır kendisinde. Kalan işi tamamlamak için oturur yine köşesine bu defa bardağın sehpadan iniş kalkışları da eşlik eder bu sessizlik müzikaline. Gözü bir anda masasına takılır; öylece fırlatılmış, sayfaları koparmaktan incelmiş, rengi belli belirsiz yıpranmış bir defter vardır kendisine doğru bakan. Aniden kalkar yerinden, "yahu bir zamanlar ne yazardım." der oturur yine masasının başına. Bir sürü kalemin arasından gözü kırmızı olana takılır, kalır. Eski bir tanıdığı görmüştür artık vefa dedik ya başka kalem kullanmak olmaz, kırmızıdan alır eline. Ucunun yıprandığını görünce yazdığı şiirler birer birer belirir gözlerinin önünde. Önce bırakmak ister o kalemi, "başka kalem mi yok" der kendi kendine ve cevap verir hüznümü ondan başka kimse yazmadı, diye. Sahi hüznümüzü kimler yazdı bunca zamandır? Dostoyevski varını yoğunu kumarda kaybettiğinde ödeyemediği kirasını yazmıştı. Camus "Bugün annem öldü, belki de yarın." derken boşvermişliğine bir kılıf örmüştü. Kafka babasına söyleyemediği o sözleri "Babaya Mektup" diye yazmamış mıydı? Peki bizi kim yazabilir bizden başka? Onlar kendini yazdı, biz onların kendilerini anlattığı kadarıyla tanıdık. Kafka'nın babasını sadece Kafkadan okuduk, babası da yazsaydı belki oğlum diyecekti, şöyleydi de şöyleydi... Kafka oğlum dedi diye sevinecekti belki de. Hatta Babaya Mektup değil Babama Mektup diye yazardı kitabını belki de... 

Ama yazmadı, yazmadık. Dünyaya izimizi bırakamadan öylece çekildik mezarımıza, değmedik en kalabalıkta bile kimseye, söylemedik şarkımızı rüzgara, anlatmadık olmayacak hayallerimizi bir dosta ve en acısı da yazmadık. Kalemi kırdık avcumuzda, kağıdı buruşturduk sayfalarca... Belki korktuk biri okur diye belki kötü yazarız diye çekindik belki de yazmadık hiçbir şeyi, sevmeye ayırdık tüm zamanımızı. Ama zaman yetmeyecekti hiçbirimize. Seven sevdiğinde sevgisi vuku buldukça var olacaktı, varlık içinde yokluğa doğru adım attık öylece. Sonra bekledik biri bizi de yazar diye hatta belki yazmıştır diye onlarca sayfa karıştırdık. Asaf' la başlayan okumamız Özel' in çözülmüş bir sırrın üzüntüsü dizelerinde takıldı, kaldı... 

Herkes kendine yazıyordu, birileri yıllar sonra çıkıp bir şiiri kendine ait zannediyordu. Zayıftık, ürkek davranmayalım derken ürkmüştük yazgımızın kaydını tutmaktan. Ve yazmamıştı kimseler kendinden başkasını...

Defterin kapağını çevirmişti bir anda, yazacaktı bu defa. Son kez pencereye takıldı gözleri, güneş doğmak üzereydi. Varlığın sesi bastırmıştı tüm kainatı. Kuşlar insanlardan aldığı iktidarı güneş doğana kadar bırakmayacaktı belli ki. Kalktı yerinden, açtı pencereyi, oturdu önüne. Baktı insan olmayan sokaklara...


Zehra TURKAY
Fotoğraf:Melike GÖKDUMAN
ELBİSELER HİKÂYELER SAKLAR 

Sanatsal geldi, mutlu oldum
Halamın elbisesini gezdiriyorum. 
Bugün onu yâd ettim. Aynı yolları o da yürüseydi, aynı tatları o da alsaydı dedim. Onun gözünden yaşamak, ayrı olsa gerek!

Yediği güzel yemekleri evde dener, gördüğü güzel yerleri etrafındakilere anlatır ve güzel anılarını kafasında tekrar tekrar yaşar. Benim veya herhangi bir yeğeninin ona benzemesini istemez. Kaderi benzemesin der hep. Onu çok seviyorum. Ve artık dualarıma onu katarken bencil olmayacak kadar büyüğüm. Onun için hayırlı bir eş, hayırlı bir iş dileyecek kadar. 

Bana pişirdiği çorbaları, anaç tavrını, zevkli bir genç kız oluşunu, sırlarını bana anlatışını, onu seviyorum. Nostaljik şeylerden hoşlanışını, pratik zekasını ve önüne engeller yığılmasa, ataerkil sisteme kurban olmasa neler başarabileceğini düşünmeyi seviyorum. Benim üzerine düşündüğüm bir karakter kendisi. 

Silik bir karakter başka öykülerde. Ama kendi romanında sade, güzel, nahif genç kadını okuyoruz. İnce yürekliliği altında ezilmiş kalbi ile ana karakter kadın. Öyle bayağı bir karakter değil. Kaba saba insanların arasında anlaşılmaması ve hatta kaybolması da bundan ya! 
Genç kadının buhranlarını okuyoruz, hakkında sayfalar dolusu psikolojik tahlilleri. Başına gelen trajedileri, aşk hayatını. İnce ruhunun derinliklerini. Evet, romanı onu anlatıyor. Iç dünyasını, okuyucuya...

Bir de şiirleri var, ona onu anlatan. Farkında olmadığı çok şeyler var Fikriye'nin:
Ne üzerinde yeşil elbisesi, altında siyah topuklularıyla yürürkenki endamını biliiyor Fikriye ne namaz kıyafetlerinin koktuğu mis kokusunu
ne sevdiği insanlarla vedalaşırken dolan gözlerini 
ne de küçükken babasından gördükleri muameleyi anlatırken titreyen sesini.

Ne insanlar üzerindeki etkisini..
İnsanların onu görünce ev sıcaklığıyla dolduğunu bilmiyor Fikriye, ona sarılmanın aile demek olduğunu...
8 yaşındaki Emine'nin düğümlenmiş boğazının ancak onun yanında açılışını,
Bir gece vakti halasıyla kanepede yatarken dertleşip ağlamasının bugün bile hatırladığı bir an olduğunu...

Bilmiyor Fikriye.
Ama bilmeli.

Emine Zeynep TUNCEL
Fotoğraf:Mirac Ali TAŞ 


DİZİ GÜNCESİ:DAİLY DOSE OF SUNSHİNE 

Daily Dose of Sunshine adlı film 12 bölümlük 2023 yapımı bir Kore dizisi. Dizi, bir psikiyatri koğuşunda meydana gelen olaylar hakkında iyileştirici hikâyeleri konu alıyor. Bir psikiyatri hemşiresinin gerçek yaşam deneyimlerine dayanan drama, hemşire Jung Da Eun’nun (Park Bo Young) hikâyesi etrafında dönmektedir. Bir üniversite hastanesinin psikiyatri bölümünde görevli hemşirelerin ekseninde; onların çevrelerindeki insanlarla (bölümdeki doktorlar, hastalar, hasta yakınları ve kendi aileleri) ilişkilerini irdeleyen gerçekçi bir yapım.

Jung Da Eun, çok hassas ve şefkatli bir karaktere sahip hemşiredir. Çalıştığı dahiliye bölümünün başhemşiresinin önerisiyle psikiyatri bölümünde çalışmaya başlar. Profesyonel bir hemşire gibi hareket etmesi istenirken o, her bir hastanın ayrı ayrı problemlerinin üzerine düşerek onların daha iyi olmasını sağlar. Bu durum serviste işlerin hızını yavaşlatırken bir taraftan da Park Bo Young’un hastalarla kuvvetli bağlar kurmasını da sağlar. Park Bo Young hastaların sadece tedavi ve bakımlarıyla ilgilenmez, her anlamda onları anlamaya ve yardımcı olmaya çalışır. Bu yüzden Da Eun ,hastalarla ilgili en ufak bir problem olduğunda kendini suçlar ve bunalıma girer. Özellikle çok değer verdiği hastası Kim Seo Wan için hastane dışında bile elinden geleni yapmıştır. Fakat Seo Wan’ın intihar etmesi Da Eun için bastırılmış duyguları konusundaki son damla olur. Bundan sonra onu, baktığı hastalarındaki gibi bir hastalık olan depresyon bekler. Ancak kendine yeterince özen göstermediğinden hastalık iyice ilerler ve annesi tarafından psikiyatri servisine yatırılır. Başlangıçta hastalığını kabul etmeyen ve ilaçlarını almayan Da Eun, zamanla durumu kabullenir ve tedavi olur. Hastaneden çıktıktan sonra hemşireliğe devam edip etmeme konusunda çelişkiler yaşar hatta istifa etmeyi düşünür. Servis başhemşiresi Lee Jung Eun’un desteğiyle işine geri döner. Ancak akıl hastanesinde yattığını hastalar ve hasta yakınları da duymuştur. Böyle bir hemşirenin hastalarına bakmasını istemezler ve onun hastaneden kovulması için uğraşırlar. “ Aynı şeyleri yaşamış birisi hasta bakabilir mi? ” sorusu uzun bir süre tartışılır. Hemşire Da Eun, hastalığı ile mücadele ederken diğer taraftan toplumdaki önyargılarla da mücadeleye girişir.

Hemşire Da Eun’un hikayesi sadece akıl sağlığına odaklanmakla kalmaz aynı zamanda insan ilişkileri, empati, anlayış ve kendini keşfetme üzerine derinlemesine bir yolculuğa da dönüşür. İzleyiciye insanların iç dünyalarına nasıl anlayışla yaklaşılması gerektiğini göstermektedir. Her bölümde farklı bir hasta hikâyesiyle karşılaşacak ve onların yaşadığı duygusal yolculuğa tanık olacaksınız.

Her bölümde farklı vakalar işlenmeye çalışılsa da dizi ilerledikçe ilk bölümlerdeki karakterlerin birçoğu ilerleyen bölümlerde de yer bulmaya devam ediyor. Film boyunca çeşitli ruhsal hastalıkların belirtileri, tedavi yöntemleri örnek kişi ve olaylar üzerinden anlatılıyor. Bipolar, şizofreni, depresyon, panik atak, sosyal anksiyete , okb gibi pek çok rahatsızlıklar; yalnızca hastalar üzerinden değil diğer hastane çalışanlarının da hayatları üzerinden işleniyor. Çağımızda çoğu insanın mücadele etmek zorunda kaldığı psikolojik hastalıkları konu alan alanında yapılmış en iyi filmlerden biri. Psikolojik hastalıklara çok gerçekçi yaklaşılmış. Hastaların yaşadıklarının aynısını Da Eun’un yaşayıp atlatamaması ve bir süre tedaviye direnmesi gerçekçiliği arttırmış. Dizide bazı hastalar tedavi olarak, hastalıktan tamamen kurtulmadan, bununla mücadele etmeyi öğrenerek, zor sürecin ardından hayatlarına kaldığı yeren devam eder. Bunun amacı tabii ki gerçek hayatta aynı durumda olan pek çok hastaya ümit vermek, ilham olmak. Ama yola devam edemeyenler, tedavisi uzun sürenler de düşünülmüş dizide. Onlara da yalnız olmadıkları mesajı veriliyor.

Dizinin sadece Kore’de değil tüm dünyada bir tabu olarak kabul edilen mental sağlığa değinmesi bu filmi farklı yapıyor bence. İnsanlar yaşadıkları ruhsal sorunların ya farkına varmıyorlar ya da kabul etmek istemiyorlar çünkü bu tür rahatsızlıkları olanları toplum hala dışlıyor ve damgalıyor. Dizide başhemşirenin kardeşinin şizofreni hastası olması nedeniyle apartman sakinlerinin onu istemediğini görüyoruz. Dizinin bu kısmında mesaj çok güzel veriliyor: “Şizofren hastaları psikopat, katil değildir.” Bu hastalar düzenli tedavi gördüklerinde gayet rahat ve zararsız olarak hayatlarını devam ettiriyorlar. Çalıştığım bir okulda böyle bir hasta vardı. Aslında Türkçe öğretmeni olan, rahatsızlığı nedeniyle memur olarak çalışan birisiydi. Okulun fotokopi işlerinden sorumluydu ve son derece sessiz kendi halinde bir insandı. Kendisiyle birkaç kez konuşma imkânım oldu. Bana bir roman yazdığından ve romanı bitirdikten sonra bastıracağından, çok ünlü olacağından bahsetmişti. Tamamen hayal dünyasında yaşıyordu. Yani toplum içinde ve kendi geçimini sağlayarak yaşıyordu. Bence dizinin vermek istediği en önemli mesajlardan birisi buydu: Ruhsal rahatsızlıklar her an herkesin veya tanıdıklarımızın başına gelebilir. Önemli olan bu rahatsızlıkları geçirenleri toplum dışına itmemek ve hayatlarını normal bir şekilde yaşamalarına imkan vermek, onları anlamak, empati kurmak. Verilmek istenen diğer mesaj da günlük hayatta, çalışma hayatında baskı ve mobinglere “Hayır!” diyebilmek, birilerini memnun etmek adına kendimizden fedakârlık yapmamak ve mutlaka kendimize özel zaman ayırmak.

Şu an dünyanın her yerinde bu sorunlarla boğuşan, bununla birlikte hayatına devam eden ya da durup nefes alan milyonlarca insan var. Bu filmde bahsedilen belirtileri gösteren çevremizde belki de onlarca insan vardır. Bu insanlar ya rahatsızlıklarının farkında değiller ya da durumu kabul edip tedavi olmaktan çekiniyorlar. 21. yüzyılda olmamıza rağmen terapi görenlerin “sorunlu, kafası bozuk, deli…” gibi damgalarla damgalandığı; toplumdan, çalışma hayatından soyutlandığı bir dünyada yaşıyoruz. Bu yüzden bu film mental rahatsızlıklar konusunda farkındalık yaratan oldukça cesur ve başarılı bir yapım. Siz de kendinizde ruhsal rahatsızlıklar konusunda farkındalık oluşturmak istiyorsanız mutlaka bu diziyi izleyin.
                                                                      
  Fatma ŞİMŞEK




HİSSİZLİK ÇÖLÜ

Savruluyorum sensizlik fırtınasında
Ayrılık acısından perperişan iken ruhum
Kor alevlerde cayır cayır yanıyor yüreğim
Küllerim savrulmuş cihana
Yırtık eski bir fotoğraf karesiyim sanki
Eksik parçamın yasını tutuyorum.
Hissizlik kervanında bilinmez diyara giden yolcu misaliyim.
Yönüm şaşmış, yolum yitmiş.
Kaç vakittir öyle mahzunum ki
Bir türlü eski neşvemi bulamıyorum.
Vaha arayan bir bedeviyim,
Aşk çölünün kumlarında benliğimi unutuyorum.
Gözlerinin içindeki tebessümle her demde mütebessim ederken
Bir çift bakışına denk gelebilmek için kendimle büyük bir muharebe yaşıyorum.
Yokluğunla eriyorum mum gibi günden güne
Tatlı sözlerini yeniden duyma umuduyla avunuyorum.

Mihriban CESUR
Fotoğraf:Ebubekir Sıddık TOSUN 



MEVSİMLERDEN “UMUT”

Gönlün cemresidir umut etmek. Cemre düştü mü havaya akşamlar suskunluk orucunu bozar, sabahlar konuşur cıvıl cıvıl kuş sesleriyle. Cemre suya düştü mü su da umut denen sonu belli olmayan düşüncelere dalar gider. Toprağa düştü mü cemre toprağın katı yüreği yumuşar. Bir muştu olur umut taşıyıcısıdır. Toprak, gövdesi gıdıklanırcasına çıkarır neyi var neyi yoksa içindekini ve dışındakini. Umut muştularla gelen haberdir aslında. Bir bekleyiştir, sonrası daha güzel olacak diye tesellidir. Gönlü çaresizliğe karşı ayakta tutan en büyük destektir. Baharın en güzel anında sonsuzluğa kanat çırpan kuşların sesidir, yaprakların hışırtısıdır, gökyüzündeki bulutların esrarengiz yolculuğudur. Umut, tüm tatlara açmaktır kalbi. Acısı da tatlısı da ekşisi de ayrı ayrı dolanır damarlarında. Bazen çocuklaşmaktır belki de. Uzanıp çimlere boylu boyunca yıldızlara gülümsemektir. Sokaktaki bir hayvanın başını okşamaktır mesela onun aslında ne kadar sevildiğini ona da hissettirmektir. Bir sahil kenarında eşsiz güzelliğiyle doğan güneşi selamlamaktır. Bir çift göze aşık olmaktır mesela. En küçük ihtimale sımsıkı sarılmaktır. Umut işte. Kimi zaman kapanmayacak yaralar açar kimi zaman da kapanmaz denen yaraların tek ilacıdır. Bazen acıdan göz yaşı döktürür bazen de mutluluktan. Fakat ne olursa olsun korkusuzca gönülde yerini almalıdır. Sonuçta ne derler; ”En son umutlar ölür".
O yüzden insan umut edebildiği sürece hayal kurabildiği müddetçe yaşamaya devam edecektir.

Özgür Deniz SARI
Fotoğraf:Ebubekir Sıddık TOSUN


KENDİ PEŞİMDEN YALANA 

Ben dışında herkes tanır seni
Sana yakîn olmak uzaklığın anlamıdır
Bulmak için kaçmak gereklidir senden
Saati sorarsın diye kolumda zamanı taşırdım 
Yüzümü dahi görmeyen yüreğimi ne bilsin?

Uğruna ölünmeyecek her şey belaymış
Yontulmuş saçıma akların hücumu bunu öğretti.
Ömrümüze yüklenen her insan
Yazılacak bir şiirin mesulü.
Toprak beni kanatlarım yokken tanırsa
Bereketin çağdaş kelimesinde sandığım güzellik
Yutmaya kıyamadığım bir yazgıdan fazlası değil.

Şeytanla mühürleştim okul zamanında
Ekmeğime bakmadan nimeti kendime yakıştırarak
Bana caddeleri yalnız yürütmeyi vazife bilmiş
bilemedim
Kendi peşimden bir yalana gittim sandımsa da
gidemedim.

Oğuzhan GÜNEŞ 
Fotoğraf:Zehra ULUBABA 



HAYAT GÜNEŞİMİZ

Şafak sökerken ılgıt ılgıt ısıtan güneş ışıkları, yaz sıcağında dahi kabullendiriyor kendini.

Yeni bir anlara şahit olmak için usulca çıkıyor saklandığı yerden.

Sabahın meltem rüzgarları ile yüzünü okşarcasına yaklaşıyor.

Sıcaklığı seni mesrur edecek bir şekilde doğuyor turunculu sarılı..

Göz kırpıyor yeryüzü bahçesine.
Hareketlendiriyor ,nefes katıyor onu bekleyen hayranlarına.

Can veriyor, yaşam veriyor belki günün ilerleyen acıtan ışıklarıyla...

Haydi beraberce büyütelim bahardan yazı ,
beraberce ham olanı olgunlaştıralım,
beraberce yol alalım yol alınması gereken hayatı..

Güneş acı ile yakınca öğlen sıcağında,
çekilmesini de biliyor ikindiye göz kırparak usulca.

Anlaşmazlıklar yerini refaha bırakıyor akşam sefası ile.

Dedik ya anları yaşıyor tam da olması gerektiği gibi. 

Yeryüzü bahçesinde açan hayatlarımızın ne çok öğreneceği şey var...

Gündüz ve gece yaşamın en büyük dengesi. 

Anları yaşarken es geçmemek lazım anıları...

Güneş gibi olmalı insan yavaş yavaş başlamalı. 

Ne çok hızlı ne çok yavaş ama seyrinde ve kararlı.

Sultan GÖLCÜK
Fotoğraf:Ebubekir Sıddık TOSUN 


ARADIM TARADIM BULAMADIM

Kayısı ağaçlı bir sarayda açtım kahve gözlerimi.
Kaybettim taşların başında parmaklarımın bir neferini.
Önce güneşten karardım sonra ateşten.
Açardım yoğurtçulardan esince rüzgâr çıtalının yelkenini.
Güldüm, koştum, oynadım.

Haki duvarlar ardında kuşandım yiğitlik mavzerimi.
Söndürdüm yetimhane koridorlarında gençlik ateşini.
Önce merakımdan kırbaçlandım sonra düşlerimden.
Selamladım al bayrak altında yıkılan hayallerimi.
Alçaldım, azaldım, azarlandım.

Siyah bir bez torbadan çektim idam kemendimi.
Kanıksadım karanlıkta kaybolmanı dayanılmaz kederini.
Önce sevdiklerimden ayrıldım, sonra benliğimden.
Hissetim ensemde Azrail’in soğuk nefesini.
Süründüm, sabrettim, yaralandım.

Namuslu topraklarda tanıdım başıboş katilimi.
Sakladı Kaf dağının ardına gerçek niyetini.
Önce rahatlığından kuşkulandım, sonra sevgisinden.
Seyrettim adım adım kaybolmuşlar diyarına gidişini.
Tanıdım, tanıttım, tatsızlaştım.

Bir kalp atışında duydum huzurun eşsiz sesini.
Hatırlattı o çatık kaşlar çocukluğumun mesut günlerini.
Önce endişelerimden silkelendim, sonra ümitsizliğimden.
Yaşadım sahip olmanım mütevazı minnetini.
Öptüm, sevdim, kokladım.

Küçük dağlar sattım pazarlarda kapattım şükür defterimi.
Doldurdum kirli çantama kibrin endazesiz lanetini.
Önce masumiyetimden eksildim sonra nezaketimden.
Esirgedim emanetlerimden sevginin içtenlikli şefkatini
Aldım, sattım, firavunlaştım.

Hissetim ciğerlerimde yıkılmanın kalp donduran zemherini.
Çıkardım üzerimden yalan sahnenin süslü ceketini.
Önce fedakârlığımda kederlendim sonra emeklerimden.
Şaşırdım yol ayrımında aldım ayrılık davetini.
Daraldım, daralttım, dalgınlaştım.

Koynumdaki yılandan yedim ihanetin dişli hançerini.
Suladım gözyaşımla iki kaldırım arasında zürriyetimi.
Önce vicdanımdan vazgeçtim sonra sadakatimden.
Süpürdüm gönül bahçemden ayrılık gazelini.
Düştüm, kalktım, kanatlandım.

Üzüldüm engebeli hayatıma sorguladım hakkın adaletini.
Adımladım kendini varmanın dolambaçlı esaretini.
Önce yalanlarımdan uzaklaştım sonra korkularımdan.
Aradım zincirlerini kırmanın can yakan cesaretini.
Hamdım, piştim, olgunlaştım.

Uzun yıllar oldu ilk güneş doğduğundan beri
Yazdım, çizdim, oynadım.
Ben bu fırtınalarla dolu hayat girdabında,
Ne istediğimi aradım, taradım, bulamadım.

Ergül ERDEM
Fotoğraf:Mehmet Ali YILMAZ 


MODERNİTE İLE AHLAKÎ ÇÖKÜŞ 

İnsanın tebrik edilmeye, başarılarının onaylanmasına ihtiyacı vardır.  
Bu yaratılış olarak fıtratına kodlanmıştır.
Onaylanma ve tebrik edilme içgüdüsü kişiye en yakın ailesi, sevdikleri ve değer verdikleri tarafından karşılık görülmediği zaman, kişi bu sefer dış çevre tarafından onay alma ihtiyacı hisseder.

Kendi içinde oluşan boşluğu başkalarıyla doldurmaya çalışır. Bu boşluk da onu popüler kültüre ayak uydurmaya ve modern olanı yaşamaya iter. Maalesef ,yaşamaya çalıştığı modernitenin kıskacının arasında olduğunu farkedemez.

İster ahlakî boyutlar çerçevesinde yaşansın, ister ahlak dışı olsun ki ahlak dışı olaylar toplumda yerini korumaya daha meyillidir; Kötülüklerin,yanlışların, olumsuz davranışların deşifre edilmesi; 
ibret almaya değil örnek olmaya yol açmıştır...
İnsanlık tecrübesi aşikar ki bunu yansıtır .
Toplumda popüleritesini korumak isteyen şahıslar ahlak dışı tutumlar sergilemekten çekinmemekte hatta özendirme boyutuna bile ulaşmaktadır. En acı kısım ise yapılan bu davranışların insanlığa modernite olarak dayatılmasıdır.

Aile ortamını, ahlaki unsurları, dini boyutu tamamen ortadan kaldırıp zevk ,sefa ,arzu ve kendilerince popüler olmak için her türlü rüsva davranışta bulunmak ...
Çünkü modernite popülerliktir ,popüler olan modern olandır . 'Eğer modern olmak istiyorsan popüler gösterilen her şeyi sorgulamadan, eleştirmeden yapmak zorundasın' anlayışı hakimdir.

Ayrıca biz moderniteyi batının ayrılmaz bir parçası olarak lanse etmişiz kendimize.
Öyle zihnimize işlemiş ki bu; faydalı olanın, doğru olanın, insanlarca kabul olan şeyin batıdan geldiği kabul edilir. Halbuki doğru olan, hak olan, insanlık için faydası olan şeyler ne batıdan gelmiştir, ne de modernite başlığı altında batıdan gelen şeyler doğrudur .

Eğer bir şeyi modern başlığı altında değerlendirmek istiyorsak, değerlendirdiğimiz şey evrenselliğini korumak zorundadır. Sadece belli bir ülkeye, belli bir bölgeye ve beldeye has olamaz. 
Ama günümüzde kabul görene baktığımız zaman sadece belli bir kesim tarafından tasarlanıp belli bir kesime hitap ettiğini görüyoruz.
Ses çıkaranların sesinin gitgide yükselmesi, susanların ise tam tersi içine kapanık bir yaşam tarzına muallak olması yaşanılan durumu daha vahim bir hale getiriyor.
Hakeza yapılan fiil ne kadar iğreti ve nahoş olursa olsun sonuçta modern kavramının çatısı altında ise bu takdir edilecek boyutlara ulaşıyor. Onların modern adletiği davranışları yapmadığın zaman, toplumun entel tabakasından sayılmazsın, eziklenirsin, küçük düşürülürsün çünkü sen onların dediğini değil kendi fikir ve ilkelerine sahipsin.

Topu topu bir avuç insanın yönetim yetkisine sahip olmasını sağlayanların, kaybedenler olması gibi üzücü bir tablo ile karşı karşıyayız... Ve bu tabloyu değiştirmek ve geliştirmek için elimden geleni yapıyorum cümlesinden bir hayli uzak olmak...


Kapitalist sistemi hayata modernite adı altında entegre ettiler. İnsanları kapitalizm kölesinin bir parçası olmaya o kadar alıştırmışlar ki işte bu yüzden moderniteyi de kapitalizmle içselleştirmişler.
Giyeceklerini, yiyip içecekleri şeyleri, alacaklarını kısacası yaşayacakları ortamı şekillendirmesini sağlayan moderniteyi kullanarak insanları kendisine muhtaç bırakmayı öğretmişlerdir. Toplum baskısı ve toplumdan dışlanma korkusunu göze alamayanlar ise mecbur kendisine dayatılan sistemin dışına çıkamayacak, kendi fikir ve iradesiyle değil, sistemin kendisine dayattıklarıyla yaşamına yön verecektir.

Kadının savunuculuğunu yapan moderniteye baktığımız zaman ise
kullanılan objelerin, resmedilen fotoğrafların, üzerine çalışılan fikirlerin yansıyan somut acı yüzü kadındır.
Kadını bu tarz şeylere alet eden zihniyettir modernite.!
Kadını değersizleştiren, kıymetli gibi gösterip kendi çıkarları doğrultusunda harcayan, üzerinden para kazanan, reklam yapan, söz ve davranışlarını kendi himayesi altına alan, kısacası kadını köleleştiren zihniyettir modernite... Öyle bir işlemişler ki bu kavramı, içselleşecek kadar... Yanlış olanın yanlış olduğunu kavrayamayacak kadar köleleşmiş bedenler...
Moderniteye göre kadın; modern olmalıdır, popüleritesini kaybetmemelidir, bu uğurda değerlerinden ahlaki kimliğinden, tercihlerinden feragat edip, aşağılık duruma düşebilir..!
Başkalarının ne düşündüğü önemlidir, onun düşündüğü değil.! Başkalarının çizdiği bir hayata mahkum olmaktan başka şansı olmayan popüler modern kadınlar...
Tüm bunlara rağmen topluma lanse ettikleri
"modern" kelimesi biz de asla olumsuz kavramları çağrıştırmaz. Entelektüelliği, kaliteyi, zirveyi, özgürlüğü, yansıtır.
Modern eğitim, modern kıyafetler, modern bir erkek, modern bir kadın, modern evler, 
modern yiyecekler, içecekler, fikirler ....
Bunların hepsi bizim öz ve gerçek olan değerlerimizden uzaklaştıran, onların istediği gibi bir hayatı yaşamaya mecbur bırakılan, onların yazdıkları senaryoyu oynayan kişiler olmaya mecbur bırakıyor.
Modernitenin, dayatılan değerlerin İslam' la uyuşmadığını bilmek, değerlerimizin bataklığa sürüklendiğinin ön göstergesidir.
İslam kendi şahsına münhasır kadına yer ayırmıştır.

Kıymet verdiğimiz şeyler uğruna fedakarlık yapmazsak hayatımızın geri kalanında kıymet verdiğimiz şeylerin bize dayatılan olduğunun farkına varamayız.
Uyutulmuş bir nesil olmak, hele de uyutulmuş bir müslüman olmaktan O'na sığınırım...

Zehragül GÖLCÜK 
Görsel:Yapay zeka ile tasarlandı 













Yorumlar

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar