KALEMDAR 1.SAYI
Mirac Ali TAŞ
Zehra ULUBABA
EDİTÖR YARDIMCISI
Emine Zeynep TUNCEL
Zehra TURKAY
FOTOĞRAFLAR
Asuman YILDIZ
Hira Nur TAŞ
Mirac Ali TAŞ
Tesnim ÇELİK
YAZARLAR
Ahmet Furkan KÜÇÜK
Ali ŞAHİN
Burcu DURAK
Buz dağı
Eydafui
Feyza Naz KÖMÜR
Mirac Ali TAŞ
Naime Berra
Oğuzhan GÜNEŞ
Son Yolcu
Tesnim ÇELİK
Zehra TURKAY
Zehra ULUBABA
KAPAK TASARIM
Mirac Ali TAŞ
Zehra ULUBABA
BAŞLARKEN'
"Kalemle ve şiirle işlenmeyen gönüller, küresel güçlerin modern teknolojisinin kölesi olurlar"
Ana fikri ile başladığımız bu yolculukta
"Kalemin kılıçtan keskin olduğu" bilinciyle yazdık ve aklımızdan geçenleri, gençlerin fikirlerini ve duygularını siz değerli okurlarımıza yansıtmak istedik.
Günümüzde yaşıtlarımızın tektipleştirildiğini, gençliğin bittiğini düşünen insanlara kendimizi fark ettirmek,
yazan okuyan ve düşünen yaşıtlarımızın var olduğunu anlatmak için;
"kalemin kılıçtan keskin olduğunun" ama ete değil, kalbe işlediğinin bilincinde olan kişilerin, günümüz popüler sosyal mecra platformlarının içerisindeki yoğunluktan bir nebze olsun sıyrılabilmeleri ve gelip bu yazılarda kalbini ve ruhunu dinlendirebilmesi için
Böyle bir işe başladık.
Şimdi kısa bir süreliğine arkanıza yaslanın, birazcık da sürekli tekrar eden şarkılar, akımlar yerine fikirlerimizin ve duygularımızın sayfalarını kaydırın:)
Hepinize iyi okumalar
"Fikirlerin harmanlandığı, kelimelerin dile geldiği dergi, Kalemdar"
Kalemdar Dergi Ekibi
Hayat bazen eksik olduğunda güzel.
Şu sıcacık yaz gününde, bir bardak buzlu su en çok ne zaman güzel?
Tabii ki çölde kalmış gibi susadığında kana kana içerken!
Püfür püfür esmesi ya yattığımız yerin?
Kışın esse kalkar kapı pencere kapatırız.
Ama o terli terli eridiğimiz yaz günlerinde...
Sıcak, en çok soğuk kış günlerinde mutlu eder bizi.
Üşüye üşüye eve geldiğimizde sıcacık bir peteğin yanına oturmak.
Yorganımızı enn tepeye çekerek tatlı tatlı içine sokulmak.
Yani hayatın o tatlı güzellikleri ve insana verdiği minik mutluluklar, zorluklara verdiğimiz mücadele ile; o mücadeleden kazandığımız minik zaferlerle taçlanıyor.
O eksikleri tamamlayabilmenin verdiği haz ile tamamlanıyor "Mutluluğunda doldurulmayı bekleyen eksikleri"
Büyüklerimizin şu lafına ister istemez kızarım bazen:
'Hiçbir şeyin kıymetini bilmiyorsunuz evladım. Bizim zamanımızda şu yoktu bu yoktu. Bunların hepsi için dişimizle tırnağımızla uğraştık biz.'
Ama bu yakınmaya rağmen aynı büyüklerimiz sık sık eklerler konuşmalarına
'Ahh ahh. Nerede o eski günler!'
E tabi bunu duyunca insan diyor ki , ya hu teknoloji almış başını gidiyor, sermiş tüm imkanları önümüze, insan bu zor günleri hatırlayıp mutlu olur mu hiç?
Demek ki 'Nerede o eski günler' sözü ne kadar gerçekse, zorlukları aşmanın daha güç olduğu o günleri yaşayan büyüklerimizin tecrübelerine göre
"zorluklardan doğan mutluluk" da bir o kadar gerçek.
Eh, o zaman demek ki büyüklerimiz, o yaşaması ve başarması zor zamanda hayatın eksiklerini tamamlarken, bunca imkana sahip bizlerin tam olarak anlayamayacağı bir haz alıyordu.
Ne kadar uğraşıp didinirse bir o kadar büyük bir zafere ulaşıyordu.
Ulaştığı zafere giden yolda ne kadar ter döküyorsa, ulaştığı minik zafer de bir o kadar kıymetli oluyordu.
Ve kalbinin en derinlerinden en saf haliyle şükrediyordu.
Ama her şeye rağmen, insanız bizler.
Bazen yoruluyoruz, sorunları çözmesi zor da olsa kolay da olsa.
Bazen sinirleniyoruz içimizden bu türlü türlü eksikliklere.
Soruyoruz kendi kendimize
'Acaba neden bu kusursuz düzende bu sorunları çözmemiz istenmiş?'
Gecenin ardından günü, günün ardından geceyi mükemmel bir şekilde getirenin, bu sorunlar hiç var olmadan dünyayı yaratamaya gücü yetmez miydi?
Peki neden bu imtihan bize?
Yoksa bu minik zaferlerimizde, çok daha büyük zaferleri anlamak; hiç uğraşmadan bize verilen yaşam nimetinin, her gün biz her şeyden habersiz uyurken doğan güneşin, havanın, suyun, sağlığın farkına varmak mı?
Bu kadar gözümüzün önünde olan hakikati, var eden olmasa hayalimizin bile ulaşmaya yetmeyeceği bu nimetleri, başımız etrafa bakar önümüzü görmez yürürken bizi tökezletip düşürmek, kalkmak için çırpınırken yolun mükemmelliğini gösterebilmek için mi?
Hem sefası hem cefası mükemmel olan,
sefasına verilen değer kadar cefasına da değer verildiğinde ebedi mutluluğa çıkan o yolun mükemmelliğini...
Zehra ULUBABA
Fotoğraf:Mirac Ali TAŞ
Bir Leyla'ya Mecnun oldum sandım
Beni toz pembe hayallere götürür sandım
Gözlerine baktım seni melek sandım
Acı bir gaflete tatlıca daldım
Zannettim ki ummanında gözlerine daldım
Bu gemi liman-ı saadete varır sandım
Gaflete giden bu gemiyi
Limanı hüzünden uzaklaşır sandım
Senin yanında huzur bulurum sandım
Fark etmeden karanlık ummanlara daldım
Bu uykuyu tatlı bir hülya sandım
Meğerse gafleti derya'ya daldım
Gafletteydi gözlerim
Kurtuluşu gözlerim
Artık sensiz günlerimi özlerim
Artık sensiz tüm sözlerim
Seni sevdim ve kül oldum
Gafletin ateşiyle kor oldum
Soğuk bir rüzgarla uyanıyorum
Anka kuşu gibi küllerimden doğuyorum
Mirac Ali TAŞ
Fotoğraf:Mirac Ali TAŞ
UMUT: HAYATTAKİ EN BÜYÜK RESMİ ANLAMLANDIRABİLME SANATI
Umut; hayatın en dinamik yapıtaşıdır. Dinamik olması hayatın her alanında kendini göstermesidir. Vücutta gözlerin yeri, kulakların yeri, dudakların yeri hatta hareket ediyor olmasına rağmen kanın yeri dahi bellidir. Ancak umudun sabit bir yeri yoktur. Her an nerede kendisine ihtiyaç duyulursa orada kedini gösterir. Umut bazen gözün içinde var olur karşısında bulunan insana aydınlığı göstermek için. Umut bazen kalpte var olur karşısında bulunan yüreğe örnek olmak için. Umut bazen ruhta var olur karşındaki insana özünün ne olduğunu haykırarak hissettirmek için. Umut bir eldir uzanır herhangi bir varlığa zararsız olduğunu temsil etmek için.
Umut zihin dünyasına çıkar insanın rol model olmak, hayatın anlayışla var olduğunu yansıtmak, fiil olmadan sözün yalnızca bir iddia olduğunu gözler önüne sermek için. İşte umut olmak umudu her an her yerde yansıtmakla mümkün olur. Umut olmayı isteyen insan sabit, sıradan olmayı reddeder. Ben bunu temsil etmek istiyorum diyen insanın umut yapıtaşı her daim dinamiktir. Önce kendinde yaşar umudu sonra yaşatır her alanda her yerde bu durumu…
Umuda sahip olmak yola başlamanın ilk adımıdır. Çünkü umut anlamlandırmak, anlamlı bakabilme sanatıdır. Hiçbir yola anlamlandırmadan çıkamazsınız. Örneğin bir yolculuğa çıkacaksınız kaç km olduğunu bilmelisiniz. Nerelerde yakıt almanız gerektiğini, eğer mola verecekseniz nerelerde tesisi olduğunu bilmelisiniz. İşte bu çıkılacak bir seyahatte yolu anlamlandırmaktır. Umuda sahip olmak ise insanın hayatı boyunca yaşamının her evresinde karşılaşacağı iyi ve kötü bütün argümanları anlamlandırabilme yeteneğine sahip olması demektir. Anlamlı bakabilmeyi yaşam felsefesi haline getirmiş bir insan açılması en zor kilitlerin altın anahtarı olan umudu elinde bulunduruyor demektir.
Bakmak ve görmek çok farklı iki kavramdır. Görmek gözün aşinalığını tanımlarken, bakmak; ruhun, kalbin ve aklın aktif bir şekilde sorgulamasını tanımlar. Tanımadığınız bir insanı ikinci defa gördüğünüzde ben seni daha önce de görmüştüm dersiniz. İşte görmek bir anlık anımsamaktır. Bakmak sadece basit bir ânı anımsamak değildir. Bakmak en derinlere inip amacı ve değeri ortaya çıkarmaktır. Amacın ve değerin ortaya çıkmasında akıl, kalp ve ruh aktif rol oynar. Umut ise bu aktifliğin direnç kazanması için hayatî bir öneme sahiptir. İşte bu yüzdendir ki umutla görülmez, umutla bakılır tabiri kullanılır. Umutla bakmak hayatlara umut olmaktır. Umutla bakmak aktif olabilmeyi hâkim kılmaktır.
Umut insan için en çaresiz olduğu anda bir çarenin olduğunu hissettirir. En zor zamanda ortaya çıkar ve insanın kendine olan inancını tazeler. Umut insanı çaresizlik girdabında boğulmaktan korur. Kalp atmaya devam ediyorsa bir çözüm her zaman vardır direktifini insana verir umut.
Bir Nuh peygamber (a.s) örneğinde bunu görebiliriz. Bir dağın başındasınız size bir gemi yapmanız gerektiği emrediliyor. Bulunduğunuz yerde geminin yüzebileceği bir su kaynağı, bir göl, bir akarsu yok. Umutsuzluğu gönlünüze aşılayıp kaçmak için bütün argümanlar hazır. Fakat siz emri verenin umudunu kalbinize nakşederseniz kaçmak yerine harekete geçmeyi tercih edersiniz. Çaresizlik girdabında boğulmak yerine girdabı ortadan kaldırmayı fiillerinizle inşa edersiniz.
Bir Musa peygamber (a.s) örneğinde umudu görebilirsiniz. Tebliğ için yanına gideceği muhatabı Rab olduğunu iddia eden bir kişi. İnsanların ölüm ve yaşamlarını, hayatta kalabilmek için yeme ve içmelerini elinde bulundurduğunu övünerek haykıran bir insan. Kendisini çok özel bir otorite olarak gören, mülkiyetin sahibi olduğunu vurgulayan bir insan. Böyle bir insanın yanına karşısına yaptıklarının yanlış olduğunu tebliğ etmeye gidiyorsunuz. Kaçmak için bu sorumluluktan için yine bütün argümanlar önünüzde hazır bir biçimde bekliyor. Rabbinizin yanınızda olduğu hissi ve desteği bütün bu olumsuz argümanları tıpkı domino taşlarının birbirlerine sırayla çarparak devrilişi gibi devriliyor. Umut bu sefer de kendini üslupla ortaya çıkarıyor. Üslupta insan olabilmek umudu konuşmaya hâkim kılmaktır.
Umut hayata güzel bir manzara çizebilmektir. Umudun manzarası iyiliktir. Umudu olan insan karşısındaki kişinin iyiye inanma sebebi olur. İyiliği yaşam felsefesi haline getirir. Umudu her bir hücresinde hisseden ve yaşatan insan kalplerdeki büyük resme bakar. Büyük resme bakabilmeyi başaran insan o resme giden yolda umutsuzluğu simgeleyen, onu yoldan çıkarmayı hedefleyen, her an onu yaralamak için fırsat kollayan ve yolundan vazgeçmesi için hedefinden şaşırtan çakıl taşlarına aldırış etmez. Hatta o taşlara takılmak yerine, arkasından gelen insanların takılmaması için taşları bu yoldan kaldırır.
Umut; karşımdaki insan zaten buna değmiyor, iyiyi güzeli anlamıyor, beni yoruyor diyerek vazgeçmek değildir. O kalpte düzelebilecek, hatalarını telafi edebilecek bir kırıntı dahi olsa bunu açığa çıkarmak için mücadele etmektir.
İnsan; başarmak için sözlü konuşmaktan, durduğu yerde eleştiri yapmaktan, etiketleyerek yok saymaktan vazgeçtiği gün umuda fiili bir adım kazandırarak bir kalbe büyük bir manzara çizmek için mücadelesini başlatmış demektir.
Başucunuzda bekleyen her an sizi yolunuzdan vazgeçirip umutsuzluk girdabına sürüklemek isteyen, hevesinizi kırıp karanlıkta boğulmanızı isteyen umut cellatlarına fırsat vermeyin.
Ahmet Furkan KÜÇÜK
Fotoğraf:Mirac Ali TAŞ
YOL
Dondurucu soğuğa inat artıyor sis. Ha bir de göz kapaklarıma çöken uykuya inat. Sırtımdaki
kalın palto bile engel olamıyor titrememe.Ağzımdan belli belirsiz çıkan buhar, sisle
bütünleşiyor. Bunu izlemekse tek eğlencem olmuş. Ellerim bilinçsizce yaklaşıyor. Bana ait
değiller, başkasının uzvunu taşıyorum sanki. Başkasıyla bile bir nebze empati kurar ya
insan. Ben onlara karşı hiçbir şey hissetmiyorum. Kısacık baksam bile rahatsız oluyorum
bazen, görmek istemiyorum. Oysa onlar da benim gibi, hayatta kalma peşinde o kadar. Yine
de olmuyor işte ve gerisin geri ceplerime sokuyorum onları.
Ufukta bir koşuşturma başlamış. Bu hazırlıklar ayın gidişi için mi? Yoksa güneşin gelişine mi
tüm bu karmaşa. Kırmızıyı baş köşeye oturtmuşlar, diğerleri yer telaşında. Mavi hariç, o
kalan tüm vakitler orada olacağıyla övünüyor yine. Ama ya olamazsa? Ya bulutlar sararsa
her yanı, ya yine kar yağarsa raylara? Ben yine de ilk gün ışığını ararım. Ben hep onu
ararım.
Tren garına doğru yöneliyorum. Buralarda ilk gün ışığı oraya düşer. Bu ayazı dindirebilir mi
bilmiyorum, yine de bir umut işte. Her yer kapalı, sadece hediyelikçi açık.
İçerideki küçük lamba da gün ışığını bekliyor, masmavi kar küreleri de. Hatta kapı önündeki
paspas bile sessizce onu bekliyor, biliyorum. Derken kapı açılıyor. Eski püskü yamalı
kıyafetleriyle yaşlı bir adam çıkıyor içeriden. Onun eldivenleri bile yok, parmak uçları hala
mosmor. Kafasını hafifçe kaldırıyor. Ruhumu emercesine bakıyor gözlerimin içine. Bir adım
atıyorum ona doğru. Bakışlarını çevirmiyor. Ben de öyle. Sonra eldivenlerim aklıma geliyor.
Benim pek de işime yaramıyorlar zaten, diye düşünüyorum, en azından ona vereyim. Elimi
cebimden çıkaracak oluyorum. Aniden boynunu büküp koşarcasına uzaklaşıyor. İçeri girip
ısınmak ne kadar cazip. Ama onun peşi sıra ilerliyorum ben de. Arada bir etrafına bakıyor.
Belli ki göremiyor beni. Normalde de hayalet gibiyimdir, nerde olursam olayım varlığım
yokluğumla bir olmuştur hep. Bunu nasıl başarıyorum bilmiyorum ama bazen işe yarıyor işte.
Gerçi bu kez sisin de çokça yardımı dokundu.
O önde ben arkada ormanlık bir alana doğru ilerliyoruz. İnsanın sisten önündeki ağaca
çarpmamak için bile ek bir çaba sarf etmesi gerek burada. O ise her ağacın yerini biliyor
sanki. Öyle emin öyle süratli. Sonra aniden duruyor. Ben de hemen ardındaki ağca
saklanıyorum. Cebinden bir şey çıkarıyor, oyuncak bir bebek. sonra yere yığılıyor öylece.
Koskoca adam hüngür hüngür ağlamaya başlıyor. Belli ki o, artık beklemiyor gün ışığını. O
yüzden mi geldim acaba peşinden? Umudu olmak mı bana düşen? Ama hayır, ona doğru bir
adım atmamla irkiliyor. Yine korkuyla atılan kaçamak bakışlardan biri ve kaçıveriyor. O tarafa
doğru yaklaşıyorum biraz daha. Bir el beliriyor birden. Elin sahibiyle göz göze geliyoruz. Aynı
korku orada da karşılıyor beni. Sonra çekilyor; eller, gözler ve oyuncak. Ve sis ve bulut.
Günün o ilk ışığının önünde el pençe divan hepsi. O ise bir bedeni göstermeye gelmiş sanki
bu gün, soğuktan ne çürümeye ne de kokuşmaya vakit bulamamış, bembeyaz bir bedeni.
Üstündeki buzlar çözülse canlanıverecek sanki. Ellerimle saçlarını tarasam tepki verir mi?
Yoksa elimde üç beş telle kalır mıyım öylece? Ben değmeden düşen yaprak değiyor
saçlarına. Alıyorum.
Anılarımı çoklarının cansız gördüğü nesnelere yüklemek huyumdur. Binbir türlü anıyla
doludur ceplerim. Diğerleri garip bulur ya, benim için birer hazine sandığı onlar. Bu yaprak da
morarmış uzuvlar eşliğinde ceplerimden birine girmeye hak kazandı. Hava hala çok soğuk
ama artık titremiyorum.
Tesnim ÇELİK
Normal olmak nasıl bir haslet
Belki de farklılığa karşı sunulan bir kasvet
Düzenin düzülene bir talimatı sanki
Norm al benden ki normal ol.
Sallama kiraz sapı aromalı sıcak suyumu plastik bardakta yudumlarken
Normalliğin aslını neden sorayım ki normalin kullarına?
Normalliğin anormalliği üzerine gel senle mülahaza edelim
Sence bu ikilem normal mi?
Hangi normal makbûl peki şu âlemde?
Yan mahallede çayı kıtlama içiyorlarmış
Karşı caddedeki kahvecinin buzdolabında buz kalmamış
Alt sokaktaki fularlılar pastörize süte nescafe katarlarmış
Karşı masasaki zat fantanın sağlığa faydasını ispata çalışıyor
İki adımda değişen bu hayat, hakikatin terennümünden ibâretse
Hakikat yalanın ta kendisi olmuyor mu?
Yok mu tek bir 'normal' düsturu bağrında yeşerten bir düzen niyâzı
Yok mu hakikati asıl kaynağından bize yudum yudum içirecek
İstemiyorum olmak bir sürünün parçası,
Reddediyorum putlaşmış hazları
İstemiyorum doldurmak modern para babalarının delik cebini
Bu kaostan mütevellit düzene karşı
Var mı hakiki 'normal'i savunan biri?
Teklifim var, bırakalım modern (a)normalliği
Bize O'nun (c.c) emirleri yetmez mi
Galiba en 'normal' ânıma
Şimdi ulaştım.
Son Yolcu
Yarın Hak'kın divanına varınca Süleyman'dan hakkın alır karınca
Bu defa Filler sultanından hakkın almalı karınca. Her ne kadar zulmeden değişse de zulüm hep var. Her devrin Firavunu, Ebu Lehebi, Hitleri, Stalini var; Musa'sı (a.s), Şeyh Şamili, Gazalisi, Mehmet Akifi olduğu gibi... İman olduğu müddetçe küfrün olması da beklenir zaten değil mi ki isyankâr deyyus mühlet aldı, kıyamet gününe kadar o zavallıları yoldan çıkaracağım dedi. İman bir sonuç aslına bakarsak süreç elbette kıymetli ama İmanlı bir yaşam imanlı bir ölümle taçlandırılırsa zaferdir. Allah iman üzere bir ömür ve imanlı bir son nefes nasip eylesin.
Bugün naçizane inceleyeceğimiz kitap da sembolik anlatıma sahip distopya sayılabilecek bir “çocuk” edebiyatı. Kitabın “çocuk” edebiyatı kategorisinde yer alması da pek mantıklı değil ancak “masal” olarak da çok rahat pazarlanabilecek bir kitap. Yaşar Kemal’ in kaleminin yetkinliğinden olsa gerek bu tezatlık.
Kitabımızın öne çıkan karakteri kırmızı sakallı topal karınca iyiliği, hakkı, adaleti, diğerkâmlığı temsil ediyor. Aynı zamanda bilge kişiliği ve olaylara mantıklı yaklaşımı ile toplumun bilgeliği yerleştirdiği konumu da bize gösteriyor. Filler ile karıncalar arasında haber getirip götüren Hüd Hüd ise güç ve ihtiras karşısında dize gelen zayıf karakteri temsil ediyor. Çünkü Hüd Hüd kuşunu kitabın başında karıncaların düzeninden çok etkilendiğini, onlara hayran kaldığını ve bu karıncaların çalışkanlığını filler sultanına övdüğünü görüyoruz. Aynı kuşu daha sonra karıncaları fillere karşı kışkırtırken görüyoruz. Ahlâki anlamda kuşun haber taşıması kabul edilir değil hele de sömürü düzenli bir hiyerarşinin oturan bir parçası olmak resmin bütününü tamamlamak kadar zalimce.
Filler sultanı ise bir diğer kesim: Baskının, Faşizmin, İhtirasın sembolü. Ancak filler bir o kadar da doyumsuz öyle ki kurulu harika bir düzenleri varken karıncaların köyüne hükmetme ihtirasına kapılıp karıncaları boyundurukları altına almaya karar veriyorlar. Karıncaları ikna etmek için filler adımlarını buz üstünde atıyor. Aslında burası baskıcı bir yönetimin halkı etkisi altına alacakken attığı adımların aynısı. İlk hamle: Karıncaların da aslında fil olduğuna ikna etmek. “Her karınca bir fildir.” Vaadi siyasetçilerin hepimiz kardeşiz nidalarıyla ne kadar da benziyor. İkinci adım: karıncaları değişimin zorunluluğuna ikna etmek. Aslında sorun olmayan durumları önce sorun olarak gösterip sonra da sorunu çözen kahramanlar gibi kendini gösteren siyasetçileri yine anmadan edemeyeceğim. Üçüncü adım: hümanist gibi görünüp savaşı önlemek(!). Karıncaları önce savaşın kötülüğüne ikna edip ardından iç savaşla etkisi altına almaları da yine hümanist maskeler altında yıllarca Afrika ülkelerini sömüren Amerika’yı , Doğu Türkistan'ı kimliksizleştirmek ve inançsızlaştırmak için yıllardır zulmeden Çin Komünist hükümetini anımsattı.
Peki bu karıncalar bağımsızlığını nasıl ilan edecek? Orantısız bir güç dağılımı varken yapılacak tek şey neyse onu yapacaklar: Akıllarını kullanacaklar. Filler tahtlarına yerleşedursun, karıncalar kırmızı sakallı topal karıncayı dinlememelerinin başlarına getirdiği musibetleri görünce artık karşı çıkmanın anlamsız olduğunu anlamıştı. Öyle ki kırmızı sakallı topal karıncanın planını uygulayabilmek için yer yüzündeki bütün karıncalar birlik olmuş. Yer altından oyuklar açıp fillerin sarayının zeminini çürütüp, başlarına yıkmışlar. Ülkelerini korumak için ölümü dahi göze alıp sonunda filler sultanını devirmeyi başarabilmişler.
Sömürü altında kalmış pek çok ülkeye baktığımızda imkansızlıkların yanı sıra birliktelik göremiyoruz. Oysaki tarihten de gördüğümüz üzere bağımsızlık önce karşı çıkmakla sonra dayanışma ile kazanılır. Tabii önce karşı çıkaracağımız kişileri, durumları, ideolojileri kavrayabilmemiz lazım.
“Hiçbir karıncaya göz açtırmayacak, bir tek sözcük düşündürmeyecek onlara oyuncaklar bulmalıyız. Karıncalar eğer düşünecek olurlarsa erinde gecinde bu özgürlük düzeninden kurtulmanın bir yolunu bulurlar. Düşünce için bu dünyada her şey sonsuzdur. Karınca da olsa düşünce bir gün bir yolunu bulup fili yener. Onun için bizler karıncaların en küçük bir düşüncesine izin vermeyeceğiz. İzin vermemek için de kafamızı çatlatıp, bütün filler ve hüd hüdler, sarıca karıncalar, yani tekmil biz sömürücüler, yok yok özgürlükçüler, onlar kıyamete kadar düşünmesinler diye yeni icatlar bulacağız.”
Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca, Yaşar Kemal (s.56)
Zehra TURKAY
Fotoğraf:Zehra TURKAY
Kapkara bulutların arasında
Mavilik arayan gözlerim
Cama çarpan yağmur damlalarında bir müziğim
Her bir yıldırım sesinde bir sessizliğim
Toprak kokusunun içinde nefesim
Naime Berra
Fotoğraf:Tesnim Çelik
80,90,100 yıl...
İnsanlar belki 104 yıl kadar ömür sürebilmekte bazıları daha iki günlükken yaşamlarını yitirmekte. Hangisi daha hayırlıdır orasını biz bilemeyiz ama benim kanaatim o ki eğer hâlâ hayattaysak yaşamın hakkını vermek gerekir. Ve takdir edersiniz ki zaman her daim ileri akmaktadır. Bu sebeple mümkün olabildiğince az hata, az pişmanlık, az keşke barındırmalıyız hayatımızda. İkinci bir şansımız olmayacak ve biz bazen ne yaptığımızı idrak edemeyecek kadar küçücüğüz. Kimi zaman duygularımızın ve hırslarımızın esiri olabilir, kör sağır bir vaziyette çürütebiliriz yıllarımızı.
Bu noktada da yardımımıza büyüklerimiz yetişir. 80,90,100 yaşlarına erişebilmiş insanlar evet daha hantallaşmış, yorgun, güçsüz bedenlere sahiptir. Yavaş yavaş motor becerileri zayıflar ve günlük yaşamda yapabildikleri basit işlerde bile zorlamaya başlarlar. Hatta belki içimizde onların işe yaramadan yaşayışlarını küçümseyen yanlarımız da vardır. Ancak bizim şuan geçtiğimiz yolları yürümüş bu insanlardan öğrenecek çok şeyimiz var.
Mesela, aralarında küslüklerle bu dünyadaki sevdiklerine veda bile edemeden kaybeden insanda hiç hırs bulunmaz. Çocukluğunda oyun oynarken elindeki silahla amcasının tek çocuğunun canına mâl olan kazadan sonra "Ailenin evladı, bir evladımızdan daha olmayalım." sözünü işiten teyzenin affedemeyeceği şey yoktur... Hekim hatasıyla sonradan bedensel engelli olan evladına 55 yıl boyunca kusursuz şekilde bakan ve yaşlılığında kimsenin kendisi gibi bakamayacağı korkusuyla evladının kendisinden önce ölmesi için dua eden, günün birinde de bu duası kabul olan anneden sabırlı hiçbir canlı bulunmaz herhalde. 104 yaşında, torunun torununa kadar gören, bazı çocuklarını ve torunlarını toprağa veren, soyundan bu kadar insanın gelmesine rağmen yıllarını huzurevinde geçirip orada vefat eden teyze ise en ufak şeylerden bile mutlu olabilir değer görmenin kıymetini bilir...
80,90,100 yıl. Belki 104 yıl yaşına kadar milyarlarca insan doğdu ve öldü. Onlar da tıpkı bizler gibiydi ve çoğu pişmanlıklarla, hasretlerle, acılarla ve belki iyi kileriyle, dünyaya bi daha gelsem yine böyle yaşardım demeleriyle... Yahut bunların hiç birini yapmadan korkarak bi köşeden hayatı izlemeleriyle... Şimdi bir ömürleri daha olmayacak. Başımıza gelmesini aklımızın ucundan bile geçirmeyeceğimiz olguları yaşayan insanlarla konuşmak, onları dinlemek sanki o başıma gelebilecek en kötü şeyin başıma gelmesi kadar kötü ve sanki onları kaybettikten sonra sevdiklerime tutunmam için ikinci bir şans veriliyormuşcasına da rahatlatıcı ve umut verici. Bu karmaşık yolda yapmamız gereken şey aslında çok basit: ayak izlerini bulmak ve takip etmek.
Burcu DURAK
Fotoğraf:Miraç Ali TAŞ
Şairin ruhuna sefalet miydi vuslat
Maktul şiir vukusu, hatıralarda.
Yanaklarım yarin ulaklarıyla kurak
Güneşin endamı, artık kuş kanatlarında.
Geceler var; ayet sarih, sütun muamma
Bombalar mezarlık üstüne sicim sicim
Umudun kanadı dokunur hülyama
Bir köhne yavrunun duasına gitti içim.
Ne çağı yaşarım ne çağda
Ne çağdanım ne çağdan yana
Bir savaş günüyüm Hakk'ın safında
Beyaz güller bıraktım maktul Mecnuna
Süzeren sevdamla ben
Batan güneşler mecmuasında matbuat
Akran bir sevdaya vurgun
Durmaksızın karalar, kargalar kadrini.
Müsamaha yok tanıdığım, tattığım anılara
Devrin nevriyle muhabbet, muharebe olup çıkmışken
Taşıp başıma takmışlar urgani ekmeği
Öpüp alnımla yasladığım mezarlığa.
Putsuz putlularla
Savaş
Yaşadığımız sürece devam
Eden muazzam bir vaka.
Oğuzhan GÜNEŞ
Fotoğraf:Tesnim ÇELİK
İslamiyet’in insanlar üzerindeki inkişafını engelleyen en temel faktörlerden biri, Efendimiz (S.A.V)’in bize en güzel şekliyle bizzat yaşayarak öğrettiği “güzel ahlak”ın tatbikinde eksiklikler gösteriyor oluşumuzdur.
Bir cemiyetin yayılması ve yaşanmasının direklerinden biri şüphesiz gençlerdir.
Gençlerin bir cemiyete dahil olabilmesi de onlara o cemiyetin gerekliliklerini anlatan, o cemiyeti sevdirecek olan yetişkinlerin sorumluluğundadır.
Öncelikli olarak gençler Efendimiz (S.A.V.)’in kendilerine verdiği muazzam değerin farkında olmalı ve yetişkinlerin yanlış tebliğlerine aldırmamalı ve İslamiyet’in onu tebliğ edenlerden bağımsız bir kavram olduğunu bilmeliler.
Nasıl kötü ve zalim bir tüccar gördüğümüzde paradan soğumuyorsak kötü ve yanlış usulde, kaba tebliğ yapan birini gördüğümüzde de elbette tebliğ yaptığı şeyden de soğumamalıyız.
Bu konu hakkında Sezai Karakoç’un “Eşek anırtısı da vardır elbet yeryüzünde. Ama bu anırtı bülbül sesini yok edemez. Eşek anırtıları, kuşlar cennetinin dikenli çitine çarpar ve cehennemin derinliklerinde kaybolur. ” sözü, kötü fısıltıların güzel bir sözün ahenkini bozamayacağının en güzel örneklerinden…
Tebliğin konusu ne olursa olsun, bir hayra niyet ederken önce kendimiz iyi örnek olmalı ardından kendi anlatabildiklerimizi “Nebevi bir üslupla” anlatmalıyız.
Bütün bunları iyi kavradıktan sonra Efendimiz (S.A.V.)’in gençlere verdiği büyük değer ve kıymete çeşitli örnekler eşliğinde bir göz atalım:
Genelde ilk Müslüman olanların köleler, fakirler, kimsesiz ve zayıf kimseler olduğu şeklinde oldukça yanlış bir görüş vardır. Ancak sahih kaynaklara bakıldığında çok açık bir şekilde büyük çoğunluğun yoksullar değil, refah içinde yaşayan Mekkeli nüfuslu ailelere mensup gençlerden meydana geldiği açıkça görülür. İlk Müslümanlar’ın genç ve nüfuslu oluşları aynı zamanda kendi maddi durumlarından vazgeçebildikleri, doğru, hakikat olan bir davada ne kadar büyük bir azimle zorluklara göğüs gerdiklerinin de önemli bir nişanesidir. Zengin ve fakir ayrımı olmaksızın bütün Müslümanlar eşittir, üstünlük ancak takva iledir. İnsanların en üstünleri peygamberlerden sonra Sahabe-i kiram’dır.
Burada zengin olduklarını söylememizden murâd, maddiyatlarından feragat edip hakikat yolunda koştuklarını vurgulamak içindir. Elbette bu koşturmacanın mimarı da Resulullah Aleyhisselam’dır.
Gençleri fevkalade bir üslupla hakikatin etrafında toparlamış ve onlara doğru bir yolda doğru bir hayatın nasıl yaşanacağını, mübarek yaşamlarıyla göstermişlerdir.
Gençlere her zaman güvenmiş ve büyük sorumluklar vererek onurlandırmış, gençlerin heyecanlarını İslamiyet’e hizmet doğrultusunda, hayırda kullanılacak şekilde yönlendirmiş ve onları içtimâi hayatın en önemli parçaları haline getirmişlerdir.
İslamiyet’in ilk yıllarında İslam’a kabuller Erkam (r.a)’ın evinde olmuş, İslam dini o mübarek evden yayılıp tebliğ edilmişti. Darü’l Erkam olarak da bilinen o mübarek evin sahibi Erkam (r.a) henüz 17 yaşında Müslüman olmuştu.
Yaklaşık 25 yaşında Habeşistan’a hicret eden Cafer bin Ebu Talip (r.a), meşhur hitabıyla Habeşistan Kralı’nın ikna etmiş, ilk Müslüman gençlerden Musab bin Umeyr (r.a) ise 1. Akabe Biatı’ndan sonra Medine’ye İslam’ı tebliğ için görevlendirilmiş, Üseyd bin Hudayr (r.a) ve Sa’d bin Muaz (r.a) gibi iki nüfuzlu kabile reisinin İslam’la müşerref olmasına vesile olmuşlardır. Benzer şekilde Resulullah Aleyhisselam hadislerin yazılmasını yasakladığı bir dönemde Müslüman gençlerden Abdullah bin Amr’a (r.a) hadisleri yazabilmek için özel izin vermiş, çoğunluğu ileri yaşlı sahabelerden oluşan ordulara gençleri komutan olarak tayin etmiştir. Buna örnek olarak ise 18 yaşındaki Üsame bin Zeyd (r.a)’ın Suriye’ye gönderilecek olan ordunun başına kumandan tayin edilmesidir.
Resulullah Aleyhisselam birçok hadislerinde faziletli gençleri över ve takdir eder. Bir hadislerinde “Allah’ın en çok beğendiği genç, gayrı meşru şehvet peşinde koşmayan gençtir.” diye buyururlar.
“Genç” Farsça’da hazine demektir. Bir İslam genci, hazine olduğunun farkında olmalı ve ona münasip bir hayat sürmelidir…
Ali ŞAHİN
Fotoğraf:Hira Nur TAŞ
Yorgunlukları artmıştı koca adamın. Ne ağırdı şu dünyanın yükü. Lütfiye de yoktu şimdi yanında, koskoca dünya yükü omzunda, belini bükmüştü. Geçen zaman yüzündeki çizgileri belirginleştirmişti. Her yalnızlık bir derin çizgiye dönüşmüştü. Tek mutluluğu torunuydu, küçük Cemre'si. Her uğradığında bahar getirirdi, yanında çiçek kokularıyla gelirdi.
Gelmişti yine beklediği gün. Mayısın on üçü. Koca adam sedirden yavaşça doğruldu, radyoya uzandı, çalan nihavent şarkıyı durdurdu. Dolabına yönelirken aynadaki silüeti gözüne çarptı. Yıllar neler götürmüştü o genç heyecanlı delikanlıdan. En şık takımını seçti dolaptan. Her zamankinden kat be kat iyi görünmeliydi bugün. Altın saatini de koluna taktıktan sonra yıllardır değiştirmediği kokudan süründü. Köyde bu kokuyu kullanan biri daha yoktu. Eline dünden hazırladığı bez torbayı da alıp yola koyuldu. Cemre parkta arkadaşlarıyla oyuna dalmıştı. Bir ağacın kenarına yaslandı, sessizce Cemre’nin onu fark etmesini bekledi. Hiç oyununu bölmezdi Cemre’nin, sonuna kadar beklerdi, ya Cemre onu görene kadar ya oyundan sıkılana kadar. Birkaç dakika sonra Cemre dedesini fark etti. Hafifçe gülümsedi Veli Bey, eliyle kasketini düzelterek selam verdi. Koşarak geldi Cemre: "Nasılsın dedem, düne göre iyi misin?’’ dedi dedesinin kalbini işaret ederek. ‘’İyiyim bahar gülüm.’’ deyip alnından öptü Cemre'yi. Kalbinde ritim bozukluğu vardı koca adamın, ara sıra sancı girer rahatsız ederdi.
‘’Oturalım mı dedeciğim?’’ dedi küçük kız. Oturdular ağacın altına. Dedesine beklemesini söyleyerek uzaklaştı Cemre. Geri döndüğünde elinde bir deste çiçek vardı. Hafifçe uzattı. ‘’Mutlu oldun mu dede?’’ dedi. ‘’Oldum güzel kızım.’’ ‘’Peki ya en sevdiğin çiçek hangisi?’’ Veli Bey eliyle önlerinde duran dalından kopmamış papatyayı gösterdi. ‘’Ama dede bir sürü çiçek toplamıştım ben sana, neden onu seçtin?" "Bak bunlar daha güzel.’’ dedi yüzünde masum bir hüzünle. ‘’İnsanın içini huzurla doldurandır güzel olan. Ancak mutlu olan huzur verir etrafına. Bak bu papatya özgür, özgür olan mutludur güzel kızım. Çiçekler nahiftir. Tutsaklık kırar onları. Koparıldıklarında canlarının acımasına değil esir kaldıklarına hüzünlenirler.’’ Yeni yeni anlamaya başlamıştı küçük kız, gözlerindeki pırıltıyla dedesini onaylarcasına kafasını salladı. ‘’Demem o ki güzel kızım, güzel olmasını istediğini özgür bırak.’’ Uzaklara bakıp derin bir nefes aldı dedesi, kız da onu tekrarladı. Gülüştüler. Güneş dağların kucağına iyice yaklaşmıştı. ‘’Ben gideyim artık Cemre’m. Bilirsin, nenen beni bekler.’’ Doğruldu oturduğu yerden. Üstünü silkeledi ardından kasketini de düzeltip yola koyuldu. Küçük kız seslendi: ‘’Lütfiye nenem beni de özlemiş midir dede?’’ kafasını çevirip kızın meraklı yüzüne baktı Veli Bey. ‘’Özlemez olur mu Cemre’m. Bahar değil misin sen, kim özlemez seni?’’ ‘’Ben de geleyim mi dede?’’ Elini uzattı dedesi : ‘’Koş bakalım.’’ Elinden sımsıkı kavradı dedesini. Mezarın yolunu tuttular.
Yolda ilerlerken saatine baktı Veli Bey. Minibüsü kaçıracaklarından endişelenerek adımlarını sıklaştırdı. Cemre de uyum sağlayarak ilerlemeye başladı. ‘’Dede, Lütfiye nenem nereye gitti?’’ ‘’Güllerle dolu bahçeler var güzel kızım. O çiçeklerin sulanmaya ihtiyacı varmış onları sulamaya gitti. Bülbüllerin olduğu bahçeler var Cemrem. Bülbülleri dinlemeye gitti.’’ Anlamamıştı Cemre ama daha fazla sorgulayıp üstüne de gitmedi. ‘’Çok özledin mi onu dede?’’ diye sordu hafifçe sesini düşürerek. Dedesi yüzünde buruk bir gülümsemeyle döndü küçük kıza. ‘’İnsan gurbetteyken memleketini özlemez mi güzel kızım? Benim memleketim nenenin gülümsemesiydi. Ne çok zaman geçti görmeyeli. Burnumda tütüyor da sesim de çıkmıyor işte.’’ Dedesinin eline biraz daha yapışarak: ’’Sen de gidecek misin o bahçeye dede?’’ diye sordu. Dedesi yüzünde yorgun ama sevgi dolu bir ifadeyle: ’’Hangi gün doğan güneş batmadı Cemre’m? Hangi açan çiçek solmadı? Hangi kuş bir gün son şarkısını söylemedi? Ben de göçeceğim elbet bu diyardan. Umalım ki o güzel bahçeye olsun bu yolculuk.’’ Cemre’nin yüzü düştü, kafasını eğdi sesi titrer gibi oldu: ‘’Ama dede sen de gidersen kim kalacak benimle?’’ Parmağıyla göğü işaret etti koca adam. ’’Seni benden çok sevene, en merhametliye emanet edeceğim küçüğüm.’’ Minibüs geldi, orta sıralardan birine oturdular dede torun camdan dışarıyı izlemeye başladılar.
Mezarlığın girişinde tüm mezarlıkta yatanların ruhuna Fatiha okudular. Veli Bey eşinin yanına giderken askerlik arkadaşının mezarını gördü. Gözlerinde belli belirsiz duran yaşları uzaklara bakarak durdurdu. Cemre'yi yanına çağırıp onun da dua etmesini istedi. Cemre mezarın yanında duran kocaman bayrağa hayretle bakarak geldi dedesinin yanına. Heceleyerek ismini okudu ‘’Ahmet.’’ Döndü dedesine şöyle sordu: "Neden öldü bu amca dede?’’ dedesi hafif bir tebessümle: ‘’Şehitler ölmez kızım.’’ dedi. Bir soluk alıp devam etti: ‘’Çatışmada kendini siper etti bize. Bir can borçluyum ona.’’ Oradan ayrılırken küçük kız tekrar döndü ve asker selamı verip dedesine yetişti.
Biraz daha yol aldıktan sonra çiçeklerle dolu bir mezara geldiler. Bir Fatiha okudu Veli Bey. Küçük kız bilmiyordu dua etmeyi, dedesine bakıp dudaklarını kıpraştırıyordu bitince de ‘’Amin’’ dediler. Dedesi akşamdan hazırladığı torbadan küçük bir kitap çıkardı. Tekrardan Cemre’nin bilmediği bir duayı fısıldamaya başladı. Bitince torbadan çiçek tohumlarını çıkardı, hafifçe gömdü toprağa, ardından küçük plastik şişesindeki suyu tüm mezara yayacak şekilde boşalttı. Eline aldığı tastaki buğdayları mezar taşının etrafına döktü. Ah ne de çok severdi zamanında şu kuşları Lütfiye! Kuşları vardı ama ona ait kuşlar değillerdi. Sabahları gelirlerdi nasiplerini bulmak için. Lütfiye de her sabah elinde buğday kasesiyle beklerdi onları. Lütfiye Hanım göçünce bu dünyadan Veli Bey borç bilmişti kuşları yemlemeyi. Her geldiğinde de Lütfiye özlemiştir kuşlarını diye buğday serperdi mezarının kenarına.
Tekrar yöneldi torbaya. Defterini açtı, ne kadar şiir birikmişti söylenecek. Birini söylese diğeri yarım kalacaktı. Güneş dağların kucağına girerken Veli Bey de Lütfiye hanımın toprağına yasladı kafasını. Kalbine hafiften giren sancıyla dudaklarını birbirine bastırdı. Tek soluğu kalmıştı alabilecek. Cemre endişeyle dedesine yönelirken ağzından son birkaç söz döküldü Veli Bey’in:
‘’Gayrı ırağa takatim yok Lütfiye’m. Şu yamacın gülistandır bana.’’
Feyza Naz KÖMÜR
Çalıştım yıkamadım nefsimin bendini
Yüzüne bakmaktan alamazdım kendimi
Yanından ayrılınca ağlarım ardından
Sevdirmişsin bana o kendini
Doya doya seyredemedim gülcemalini
Ben daha bulamadım sevdiğimi
Sen gidince uzaklara ağlarım ardından
Çok tatlı dinlerdi herkesin derdini
Kalacağını hiç düşünmezdim ardından
Kardeş daha bulamadın mı sevdiğini
Öğretti bana yar sevgisini
Bilemedim senin kıymetini
Resmine bakar bakar ağlarım ardından
Hiç de bilemedim böyle gideceğini
Gideremedim doya doya hasretini
Hiç kimse incitmesin seni
Bunları görünce ağlıyorum ardından
Buz Dağı
Fotoğraf:Mirac Ali TAŞ
ben şu cümle ile: 'başımı alır da çeker giderdim en uzak köşeme, yine tutardı başımı koyardı göğsüne!
birkaç kömür lekesinin zihinde inşa ettikleri ne ilginç. Tahayyül edebildiklerimizden çok çok fazlası kodlanmış çizgilere anlam yüklenmesiyle oracıkta bitiyor. Dahası yıllar sonra kolaylıkla, zihninizde inşa ettiğiniz sokaklarda yeniden dolaşabiliyorsunuz. Harita yüklenmiş gibi... Aynı hayatları yaşamadığımız için, aynı lekeler aynı kelimelere bile dönüşse her birimizin zihninde tamamı ile farklı, kendi içimizde dahi eşsiz, üç boyutlu haritalama ile zihnimize çiziliveriyor. gözümüzün önüne oyunun "onun ardında" sergileneceği perde iniyor, ki hangimiz dalıp gittiğimiz bir kitapta sayfa boyu kömür lekeleri gördük? Tahayyül, sınırları mutlaka genişletiyor. Biraz iletişimin imkansızlığı biraz anlaşılmanın, yine de hayata dair kabullenişlerin birbiriyle bu denli bağlantılı olması nasıl hoşuma gidiyor...
Eh, kitaplar niye var? Canımızı sıkmaya değmiyor.
Eydafui
Çizim:Eydafui
SON
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSil